ANAYASA MAHKEMESİNİN YILDIRIM TURAN BAŞVURUSU KARARI (B.NO: 2017/10536) BAĞLAMINDA AİHM KARARLARININ BAĞLAYICILIĞI KONUSUNDA DEĞERLENDİRMELER
ANAYASA MAHKEMESİNİN YILDIRIM TURAN BAŞVURUSU KARARI (B.NO: 2017/10536) BAĞLAMINDA AİHM KARARLARININ BAĞLAYICILIĞI KONUSUNDA DEĞERLENDİRMELER
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin (AİHM) bir yargıç olan Hakan Baş’ın görevde olduğu dönemde 15 Temmuz 2016 tarihli darbe kalkışmasının ardından FETÖ üyeliği isnadıyla gözaltına alınıp tutuklanması süreciyle ilgili hak ihlali iddialarıyla yaptığı başvuruda (Hakan Baş/Türkiye, App. no. 66448/17, 30 Ocak 2020) verdiği ihlal kararının Türk hukuk uygulamaları üzerindeki olası etkileri tartışılmaya başlanmıştı. Bu arada AİHM içtihadına konu olay ve işlemler bakımından benzer bir başvuru Anayasa Mahkemesi Genel Kurulunca karara bağlandı. Anayasa Mahkemesinin söz konusu kararı, Hakan Baş ve Alpaslan Altan kararlarıyla AİHM tarafından görevde olan hakim ve savcıların, Anayasa Mahkemesi üyeleri de dahil olmak üzere bütün yüksek yargı ve HSYK’nın seçilmiş üyelerinin haklarındaki FETÖ/PDY örgüt üyeliği isnadıyla başlatılmış soruşturmada ‘’suçüstü’’ halinin olmadığına dair kabulü ile çelişmektedir. AYM’nin uzun süredir yerleşik hale gelmiş olan bu nevi soruşturmalar bakımından gözaltı ve tutuklama bakımından suçüstü koşulunun gerçekleşmiş olduğu görüşü ve başvuruları reddetme yaklaşımının AİHM’in Baş kararından sonra değişip değişmeyeceği bekleniyordu.
AYM’nin 4/6/2020 tarihli Yıldırım Turan Başvurusu kararı (B. No. 2017/10536), AİHM’nin Baş ve Altan kararlarından tamamıyla farklı ve çelişkili bir karar olarak ortaya çıkmıştır. Karar, bir yönüyle AİHM’nin anılan kararlarına bir cevap olması, AİHM kararlarının bağlayıcılığı ve etkililiğiyle ilgili olarak tartışma açması, Strazburg Mahkemesinin yetkisini ve kararlarının icrasıyla ilgili olarak tespit ve değerlendirmeler içermesi bakımından oldukça ilginç bir nitelik arz etmektedir. Sorun, “suçüstü” kavramının neyi ifade ettiğinin çok ötesindedir. Öncelikle bu kararla, bugüne kadar çokça eleştirilmesine rağmen bağlayıcılığı hususu tartışılmayan AİHM içtihadının bağlayıcı olmadığı yargısı ortaya konulmaktadır. AİHM kararlarının, Anayasa Mahkemesi bakımından yol gösterici olduğu ve AYM tarafından karar alırken bu hususu dikkate alıp çelişkinin doğmaması için gayret gösterildiği hususları vurgulanırken özellikle AİHM’nin yerel mahkeme yerine geçerek hüküm vermesinin uygun olmadığı vurgulanmaktadır. Kararda oldukça vurucu, açık ve kesin bir yargı ortaya konulup ‘’Türk hukukunda yargı mensuplarının tutuklanmasına ilişkin kanun hükümlerinin yorumlanması, Türkiye Cumhuriyetinin kamu gücü makamlarına ve nihai olarak mahkemelerine ait bir yetkidir.’’ denilmiştir. Ayrıca ‘’… AİHM’in ulusal mahkemelerin yerine geçerek ulusal hukuku ilk elden yorumlanması uygun görünmemektedir. Türk hukukundaki kanun hükümlerinin anlamlandırılmasında ve yorumlanmasında Türk Mahkemeleri AİHM’e göre çok daha iyi konumdadır. ‘’ (§. 117)
Bu ve benzer ifadeler ve kabul, AİHS ve bunu yorumlayan AİHM kararlarının Türkiye açısından bağlayıcı olup olmadığı, AİHM tarafından iç hukuktaki kanun ya da mevzuatı yorumlama yetkisinin bulunup bulunmadığı, AİHM tarafından verilen ihlal kararları karşısından yargı makam ve mercilerinin bu kararların aksi yönde hükümler verip kararlar alıp alamayacakları, farklı ve çelişen yorumlarının yerleşik hal almasının olası sonuçları, AİHM ihlal kararları üzerine kamu makamlarının üzerine düşen yükümlüklerin neler olduğu gibi konularda pek çok soruyu gündeme getirmektedir.
Bu sorulara yanıt verilebilmesi için bazı temel ilke ve kuralların bilinmesini zorunludur. Şöyle ki;
- Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi hükümleri ve AİHM kararlarının bağlayıcılığı
aa) Uluslararası Hukuk ve AİHS hükümleri çerçevesinde bağlayıcılık
Taraf devletlerin kesinleşmiş kararlara uyma yükümlülüğü, Sözleşmenin 46/1 maddesinde açıkça ifade edilmiştir. Bu nedenle AİHM, bir başvuruda ihlal kararı verdiği takdirde taraf devletin bu kararı kabullenme dışında yapabileceği başka bir şey yoktur.
Bu noktada AİHS’nin yorum ve uygulamasının Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin görev ve yetkisinde olduğu, ‘’yaşayan bir metin’’ olarak neyi ifade ettiğinin AİHM kararlarıyla somutlaştığını bilmek gerekir. İç hukuktaki mevzuatın yorumu bakımından iç hukuk mekanizmalarının yorumlama ve içtihadıyla bunu ortaya koyma yetkisinin varlığında her hanbi bir tereddüt yoktur. Buna karşılık Avrupa Konseyine üye 47 ülkenin adli ve idari mercileri AİHM’nin içtihadıyla ortaya koyduğu yoruma riayet etme yükümlülüğü vardır. Aksi takdirde uygulama standardı oluşturulmasının beklenmesi mümkün değildir.
Taraf devletin Mahkeme kararlarına uyma yükümlülüğünü yerine getirmediklerinde, sorumluluklarının ne olacağına ilişkin Sözleşme’de bir hüküm bulunmamaktadır. Ancak, taraf devletlerin Mahkeme kararlarına uyma sorumluluğunun sadece etik bir sorumluluk olarak görülemez. AİHS’nin 56§2. maddesinde, mahkemenin kesinleşmiş kararı, kararın uygulanmasını denetleyecek olan Bakanlar Komitesine gönderilir, hükmü yer almaktadır. Bakanlar Komitesi, bu kararların infaz edilmesine ilişkin özel yöntemler ve kurallar kabul edilmiştir. Bakanlar Komitesi, Mahkeme kararlarına uymayan veya gereklerini yerine getirmeyen devletlere tavsiye kararından ve Konsey üyeliğinden çıkarmaya (AK statüsü m. 8) kadar varabilen bir dizi yaptırımlar uygulayabilir.
bb) Viyana Antlaşmalar Hukuku Sözleşmesi karşısında AİHS ve AİHM kararlarının bağlayıcılığı
Milletler hukukun kaynağı olarak milletler arası anlaşmaların bağlayıcılığı konusunda 22 Mayıs 1969 tarihli Sözleşme çok önemli bir belgedir. Bu Antlaşma, uluslararası sözleşmelerin kurulması, bu belgelerin statüsü, bağlayıcılığı ve bunlara riayet konularında detaylı kurallar içermektedir. Bu bağlamda her bir devletin yöntemince imzalanıp onaylanmış bir sözleşme kuralına uymak zorunda olduğu belirtilmiştir. Bu Sözleşmenin antlaşmalara riayetle ilgili ve ‘’Ahde vefa’’ kenar başlıklı 26. maddesinde açıkça, ‘’Yürürlükteki her anlaşma tarafları bağlar ve tarafların onu iyi niyetle icra etmeleri gerekir. ‘’; ‘’İç hukuk ve anlaşmalara riayet’’ kenar başlıklı 27. maddesindeyse, ‘’Bir taraf bir antlaşmayı icra etmeme gerekçesi olarak iç hukukun hükümlerine başvuramaz Bu kural 46. maddeye halel getirmez.’’ kuralları yer almaktadır. Ayrıca bu Antlaşmada, sözleşmelerden çıkmayla ilgili prensipler ve bunun sonuçları detaylı bir şekilde düzenlenmiştir. Sözleşmenin yorumlanmasında uyulması gereken prensipler de aynı şekilde burada düzenlenmiştir. Bu nedenle taraf devletlerin zorlama yorumlarla Sözleşmeyi etkisiz hale getirme girişimi hiçbir şekilde kabul edilmemektedir.
Bu hükümler çerçevesinde dünya milletler ailesi içinde saygın bir üyesi olmanın en önemli koşulu uluslararası toplumun ortak değer olarak belirlediği prensip, ülkenin taraf olduğu sözleşmelerden kaynaklı yükümlülüklerine iyi niyetli şekilde riayet etmektir. Aynı zamanda bu niteliklere sahip medeni bir ülke olarak Medeni ve Siyasal Haklar Sözleşmesi ya da Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi gibi sözleşmelere taraf olmak, bu şekilde oluşturulmuş mekanizmaların içinde yer almaktır.
- Sözleşmeye taraf ülkelerin iç hukuk makam ve mercilerinin takdir yetkisi ve bunun sınırı
Türkiye AİHS’ni 4.11.1950 tarihinde imzalamış, 1987 tarihinde bireysel başvuru hakkını tanımış, 1990 yılındaysa zorunlu yargı yetkisini kabul etmiştir. Anayasa’nın 90/4 fıkrasının son cümlesinde“Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletler arası anlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası anlaşma hükümleri esas alınır.’’ hükmü yer almaktadır.
Anayasa’nın bu hükmü karşısında Sözleşmeyi doğrudan doğruya uygulamayı benimsemesinin yanı sıra AİHS’nin bağlayıcılığı ve uygulamaların AİHM tarafından denetlenmesi nedeniyle, AİHM içtihadına aykırı yorum geliştirilmesi açıkça Anayasa hükmüne aykırılık oluşturur. Bu koşullar altında iç hukuk kurumlarının (bu Anayasa Mahkemesi dahi olsa) AİHM’nin kararıyla ortaya konulmuş ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldırmaya odaklanmak yerine AİHM kararının Sözleşmeye uygun olmadığı ve bu Mahkemenin iç hukuku yorumlamada yetkin olmadığı değerlendirmelerini yaparak bu karara uymaktan kaçınmasının meşru bir dayanağı bulunmamaktadır.
Mahkeme, tutuklama açısından incelemenin gerekli olması nedeniyle iç hukuktaki kurallara yönelik denetim yapmaktadır. Çünkü, tutuklamanın AİHS m.5§1’ne uygun olmasının başta gelen koşulu tutmanın iç hukuktaki kurallara uygun olmasıdır. Başka bir ifadeyle ve Mahkemenin belirttiği üzere Sözleşme’nin 5. maddesinde olduğu gibi bir devletin iç hukukuna uygun davranması gerektiği aranmaktaysa, Mahkemenin denetleyici bir kurum olarak ulusal hukuku yorumlamak ve uygulamak konusunda nihai yetkisi vardır. (Winterwerp v. Hollanda, § 46) Bu yüzden ulusal makamların iç hukuku ihlal ettiklerinin açıkça görüldüğü durumlarda AİHS’nin 5. maddesinin de ihlali söz konusu olacaktır. (Harris, O’Boyle, AİHS Hukuku, s. 135.)
Öte yandan, AİHM içtihadında ortaya konulduğu üzere bir ulusal yargı organınca olguların veya hukukun değerlendirilmesinde ortaya çıkan yanlışlarla ilgilenmek, Sözleşme tarafından güvence altına alınan haklar ve özgürlükleri ihlal edilmediği sürece, Mahkemenin görevi kapsamına girmediği kabul edilmektedir. Mahkemenin ulusal yargı organlarının kendi ulusal hukuklarının uygulanması ve yorumlanmasıyla ilgili kararları incelemesi oldukça istisnai karşılaşılan bir durumdur. Buna karşılık ulusal yargı organlarının yorumunun keyfi olması durumunda (Van Kuck v. Almanya; Hannover v. Almanya) veya ulusal hukukun Sözleşmeden kaynaklanan bir yükümlülüğün parçası olduğu durumda ulusal makamların verdikleri kararların incelemesi yapılmaktadır.
- AİHM’nin kararlarının icrası ve bu kararlara uyulmamasının sonuçları
Hukuk Muhakemeleri Kanunu (m. 375/1,(i)), Ceza Muhakemesi Kanunu (311/1,(f)) ve İdari Yargılama Usulü Kanunu’na (m. 53/1,(i)) göre, mahkemelerce verilen ve kesinleşmiş olan bir kararın AİHS’nin ve eki protokollerin ihlali suretiyle verildiğinin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin kararıyla tespit olması yeniden yargılanma (yargılamanın iadesi) sebebidir. Bu kurallar karşısında adli, idari ve ceza yargılaması bakımından AİHM tarafından başvurucu lehine verilen ihlal kararı ve hatta dostane ya da tek taraflı deklarasyon yoluyla düşme kararı verilmesi, yargılamanın iadesi ya da yenilenmesini gerektirmektedir.
Bu arada Anayasa Mahkemesi önünde de bu durumun bir yargılamanın iadesi ya da yenilenmesi gerekçesi olup olamayacağı konusu tartışmalıdır. 6216 sayılı AYM Kanunu’nda ve İçtüzüğünde bu konuda düzenleyici bir hüküm bulunmamaktadır. Ne var ki AYM’nin anılan mevzuatında uygun hüküm bulunmaması halinde diğer usul yasalarının işin niteliğine uygun düşen hükümleri bulunduğu unutulmamalıdır. Anayasa Mahkemesine yapılan bireysel başvuruların da birer dava olması itibarıyla AİHM’nin ihlal kararları ile dostane çözüm ya da tek taraflı deklarasyon nedeniyle düşme kararlarının Yüksek Mahkeme önünde yargılamanın iadesi sebebi sayılması mümkündür. (Tolga Şirin, Türkiye’de Anayasa Şikayeti, s. 670)
İç hukuktaki yargı mercilerince tesis edilen bütün hükümler bakımından bu nedene dayalı olarak yargılanmanın iadesi yoluna gidilmesi için bu hükmün AİHS veya eki protokollerin ihlâli suretiyle verildiğinin ve hükmün bu aykırılığa dayandığının ortaya çıkmış olması şarttır. Bu konudaki tespiti yapacak olan da kuşkusuz Avrupa İnsan Hakları Mahkemesidir. Bir başka ifadeyle AİHM, Sözleşmenin ihlali şikayetlerini inceleme ve burada koruma altına alınmış hak ve özgürlüklerin yorumu ve kapsamını belirlemek konusunda son sözü söyleyen ve asgari sınırı ortaya koyan bir otoritedir. Bu yetkisini de yukarıda değindiğimiz sözleşmelerde yer alan hükümlerden almaktadır.
Kamu gücü işlemleri sebebiyle kişi hak ve özgürlüklerinin ihlaline dair şikayet ve başvurular bakımından yargı yetkisi ve hiyerarşi dikkate alındığında kuşkusuz AİHM en üst Mahkeme konumundadır ve kararları da aynı şekilde en üst düzeyde bağlayıcıdır. Bu durumu, Alman Anayasa Mahkemesi Başkanı Andreas Voßkuhl 2012 yılında AİHM’nin Adli Yıl Açılışı konuşmasında; “AİHM’nin ülkemizle ilgili ihlal kararları vermesinin öncesinde Alman Anayasa Mahkemesinin üzerinde yalnızca gökyüzü olduğunu düşünüyorduk. Durum oysa öyle değildi ve ihlal kararı bunu gösterdi.’’ şeklindeki sözleriyle ifade etmiştir. Unutulmamalıdır ki, AİHM’nin kararına uymama konusundaki Anayasa Mahkemesinin ortaya koyduğu yaklaşımın bir benzerini iç hukuktaki derece mahkemeleri de Anayasa Mahkemesi kararlarına uymamak için gösterebilirler. Nitekim, Anayasa Mahkemesinin bir kararıyla ilgili olarak ilk derece mahkemesinin, davaya ilişkin esas dosyanın kendi mahkemeleri önünde bulunduğunu, AYM’nin dosyayı yeterli ölçüde inceleme ve değerlendirme imkanının bulunmadığı gibi sebepler ileri sürerek bu kararı uygulamaktan kaçındığı bilinmektedir. Bu yaklaşımın sebep olacağı sorunların boyutlarının tahmin edilenin ötesine geçebileceği gözden uzak tutulmamalıdır.
Bu koşullar altında iç hukuk yargı organlarının, AİHM’nin önündeki bir başvuruda tespit ettiği ihlali tümüyle iyi niyetle gidermeye odaklanması yerine, buna uymamaya ya da bu konuda farklı yaklaşımlar geliştirip Sözleşme’deki hak ve özgürlük alanını daraltmaya yönelik kararlar alması başta Anayasa olmak üzere, yukarıda değinilen yasal düzenlemeleri tümüyle aykırılık oluşturur.
SONUÇ
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, AİHS’nin günün koşullarına uygun olarak yorumlayıp önüne getirilen bireysel başvurularda şikayet kapsamında sözleşmeci tarafın kamu gücü tarafından buna aykırı davranılıp davranılmadığını tespit etmektedir. Mahkeme, bir hususta Avrupa konsensüsü olmadığında ise kararlarında en düşük ortak payda yaklaşımını benimsemekte ve çeşitli devlet uygulamalarını uyumlulaştırmaya gayret göstermektedir. Bu noktada taraf ülkenin bireylere, Sözleşmede ve AİHM içtihadında ortaya çıkan asgari standardın üzerinde hak ve özgürlük sağlayabileceği kuşkusuzdur. Ne var ki bunun tersini söylemek mümkün değildir.
AİHM kararlarının ne şekilde kesinleşeceği Sözleşme ve İçtüzük’te belirtilmiştir. Bunun dışında sözleşmeci ülkelerin kendi iç hukuk sistemlerinde AİHM kararının Sözleşmeye uygun olup olmadığının denetlenmesi ve bağlayıcılığının tartışılması ya da buna uyulmasından kaçınılması hiçbir şekilde kabul edilebilir değildir.